Categories
Genel Türkçe Blog

MURİS MUVAZAASI DAVALARI -2

Yargıtay: “Bakıma muhtaç kayınpederin, kendisine bakan gelinine bedelsiz olarak devrettiği gayrimenkuller, mirastan mal kaçırma olarak değerlendirilemez.”

Yargıtay 1. Hukuk Dairesi, 24.11.2014 tarihli bir kararında, halk arasında “mirastan mal kaçırma” olarak adlandırılan “muris muvazaası” konusunda önemli bir kıstas ortaya koydu. Dava konusu olayda, birçok gayrimenkulü olan bir kayınpeder (muris), ölmeden önce birkaç gayrimenkulünü (davacı) kızına satmış, birkaç gayrimenkulünü ise kendisine bakan (davalı) gelinine tapuda satış göstermek suretiyle ve fakat bedelsiz olarak devretmiştir. Murisin ölümünden sonra davacı kızı, davalı geline karşı “muris muvazaası sebebiyle tapu iptal ve tescil talepli” bir dava açarak, muris babasının, gelinine yaptığı devirlerin iptalini talep etmiştir. Yerel mahkeme, muvazaa olgusunun (tapu devirlerinin bedel ödenmeksizin yapıldığının, dolayısıyla ortada bir satış değil, gizlenen bir bağış olduğunun) kanıtlandığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar vermiş, diğer bir deyişle davacı kızı haklı bularak davalı geline yapılan devirleri iptal etmiştir. Temyiz merci olan Yargıtay ise yerel mahkemenin bu kararını bozarak, “somut olayda murisin iradesinin mirastan mal kaçırmak değil, gelininin hizmetleri karşılığında gayrimenkul satışı olduğu” gerekçesiyle geline yapılan devirlerin geçerli olduğuna işaret etmiştir.

Söz konusu Yargıtay kararının özeti aşağıdaki gibidir:

“Uygulamada ve öğretide “muris muvazaası” olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nispi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür.

Miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılması için ülke ve yörenin görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır. Malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp belirli bir hizmet ya da emek de olabileceği kabul edilmelidir. Akitte gösterilen bedel ile gerçek bedel arasında fark var ise de, bu hususun tek başına muvazaanın kanıtı sayılamayacağı da gözetilmelidir.

Miras bırakanın daha önceki tarihlerde dava konusu olmayan taşınmazlarını, satış yoluyla davacı olan kızına devrettiği, tanık anlatımları ve yapılan zabıta araştırmasına göre murisin yürümekte zorlandığı ve bakıma muhtaç olup bakımının davalı gelini ve dava dışı oğlu tarafından yapıldığı, kızı olan davacının murisle ilgilenmediği, öte yandan murisin terekesinde dava dışı taşınmazların olduğu anlaşılmış olup, dava konusu taşınmazları temlikinde gerçek irade ve amacının diğer mirasçılardan mal kaçırma olmadığı, kendisi ile ilgilenen, bakımını yapan gelinine bakılmasından duyduğu minnet sonucu devri yaptığı kabul edilmeli ve davanın reddine karar verilmelidir.”

Yargıtay’ın bu kararı özellikle “muvazaalı olduğu iddia edilen taşınmaz satışlarında bedelin para olmasının şart olmaması” kuralının açıkça kabul edilmiş olması açısından önemlidir. Gerçekten de dava konusu olayda davalı gelinin, kendisine devredilen taşınmazlar karşılığında miras bırakan kayınpederine para ödemediği tartışmasız olmasına rağmen Yargıtay bu devirleri muvazaalı olarak nitelendirmemiş, “gelinin kayınpederine bakması” şeklindeki hizmet ve emekleri “bedel” kabul ederek tapudaki satış sözleşmesini, gizlenen bir bağış olarak değil, geçerli bir satış olarak kabul etmiştir. Yargıtay’ın bu yaklaşımı eleştiriye açık olmakla birlikte “somut dava adaleti” açısından isabetli olduğu da pekâlâ savunulabilir. Söz konusu Yargıtay kararının, muris muvazaası davalarında davalı tarafta yer alan kişilere önemli bir savunma imkânı verdiği aşikârdır. Şöyle ki bu kişiler bundan böyle “Devirler karşılığında para ödemediğimi kabul ediyorum ama ölümünden önce murise yıllarca ben baktım, ona hizmet ettim, muris de bu emeklerimin karşılığında taşınmazı/taşınmazları bana para almaksızın devretti.” şeklinde bir savunma kurgulayıp, bunu tanık ifadeleriyle de desteklemeleri durumunda, davanın reddini sağlama ihtimalleri azımsanmayacak derecede yüksek olacaktır.

Hatırlatmakta fayda var ki Yargıtay, öteden beri verdiği kararlarda “Tapudaki sözleşmede gösterilen bedel ile gerçek bedel arasında fark var ise de, bu hususun tek başına muvazaanın kanıtı sayılamayacağı” kuralının altını çizmekteydi. Bu kapsamda Yargıtay, 29.04.2009 tarihli Hukuk Genel Kurulu kararında;

“Miras bırakanın kanser hastalığına yakalandığı, özel hastanede ameliyat geçirdiği, sağlık harcamalarının arttığı, emekli maaşı dışında başkaca bir gelirinin bulunmadığı, karşılaştığı sağlık harcamalarına kaynak yaratmak için çekişmeli dairesini hastalığı boyunca yanında kalıp kendisiyle ilgilenen ve destek olan davalıya sattığı; her ne kadar taşınmazın akitteki bedeli ile gerçek değeri arasında fark bulunsa da, bu hususun tek başına muvazaanın kanıtı sayılamayacağı kabul edilerek davanın reddine karar verilmelidir.”

şeklinde hüküm kurmuştu. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: 2009 tarihli kararda murisin (davalının kendisine bakmış olmasından dolayı) taşınmazını piyasa değerinden daha düşük bir bedelle davalıya satmış olması (tabiri caizse “ucuza bırakmış” olması) muvazaa olarak kabul edilmemişti. Diğer bir deyişle muvazaalı olduğu iddia edilen bir taşınmaz satışında bedelin “para+emek” şeklinde karma nitelikte olabileceği kuralı benimsenmişti. 2014 tarihli yeni kararda ise hiç para ödenmemiş olsa bile (somut olayın özelliklerine göre) taşınmaz satışının muvazaalı olmayabileceği, taşınmaz satışında bedelin “sadece emek” niteliğinde dahi olabileceğinin altı çizilmiştir. Böylelikle Yargıtay, önceki içtihadını bir adım daha ileriye taşımış, somut olayın özelliklerinin (bilhassa miras bırakanın gerçek iradesinin) muris muvazaası davalarının çözümlenmesinde en önemli kıstas olduğunu ortaya koymuştur.

Son olarak bir hususu daha belirtmekte fayda vardır: Yukarıda alıntılanan 2014 tarihli Yargıtay kararına konu olayda muris (kayınpeder), dava konusu taşınmazları gelinine tapuda satmak yerine, kendisiyle “ölünceye kadar bakma sözleşmesi” yapsaydı veya (kızının saklı payına tecavüz etmemek kaydıyla) söz konusu taşınmazları gelinine “belirli mal vasiyeti” şeklinde vasiyet etseydi, davacı kızın davası daha yerel mahkeme aşamasında doğrudan reddedilirdi. Burada söylenmek istenen şudur: Herkes, çeşitli sebeplerden ötürü belirli mirasçılarını müstakbel miras haklarından mahrum bırakmak isteyebilir. Türk hukukunda bu istek, belirli sınırları ihlal etmemek kaydıyla korunmaktadır. Uygulamada kişiler (müstakbel miras bırakanlar) doğrudan tapu sicil müdürlüklerine gitmekte ve taşınmazlarını diledikleri kişiye bedelsiz olarak (ancak satış göstermek suretiyle) devretmektedir. Hakları ihlal edilen yasal mirasçılar ise murisin ölümünden sonra bu devirlerin iptali için davalar açmakta ve çoğu zaman olumlu sonuç almaktadır. Oysaki çoğu olayda miras bırakanlar, sağlıklarında gerekli hukuki desteği alarak, çok daha sağlam ve ölümlerinden sonra iptal edilemeyecek tasarruflarda bulunma imkânına sahiptirler. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse; Ali, Ayşe ve Fatma (ana babaları hayatta olmayan, bekâr ve çocuksuz) üç kardeş olsun. Ali, ölmeden önce sahibi olduğu tüm gayrimenkulleri tapuda bedelsiz olarak Ayşe’ye devrederse, Fatma, Ali’nin ölümünden sonra kardeşi Ayşe’ye karşı “muris muvazaası” davası açarak söz konusu gayrimenkullerin yarı hissesinin kendisi adına tescilini sağlayabilir. Söz konusu davada Fatma’nın eli çok kuvvetli olacaktır. Oysaki Ali, Ayşe’ye tapuda devir yapmak yerine noterde resmi şekilde bir vasiyetname düzenleterek tüm mirasını Ayşe’ye bırakmış olsa, Fatma’nın buna karşı yapabileceği tek şey, söz konusu vasiyetnamenin iptalini dava etmek olacaktır ki bu davada Fatma’nın şansı -istisnai birkaç durum haricinde- yok denecek kadar azdır. Diğer bir deyişle konu miras olunca kişilerin, henüz hayatta ve sağlıklıyken, amaçlarına en uygun hukuki araçları bulmak için azami çaba sarf etmeleri, kendi zihinlerinde kurguladıkları miras düzeninin ölümlerinden sonra “tepetaklak” edilmemesi açısından büyük önem arz etmektedir.